Prof.Dr.Haşim Şahin
Köşe Yazarı
Prof.Dr.Haşim Şahin
 

Türkistan'ın Bilgeleri

TÜRKİSTAN'IN BİLGELERİ   Büyük Selçuklu sultanı Sencer döneminde, Türkistan coğrafyasında yaşayan ve hâlâ yarı göçebe hayat süren Türkmen kitleleri arasına girerek ilahiler söyleyen, şiirler okuyan, Allah rızası gözetmek gayesiyle halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren, Türkmen zümrelerinin eskiden dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzettikleri çok sayıda derviş bulunmaktaydı. Türkmenler, bu dervişlerin sözlerini dinliyor, hareketlerini tatbik ediyorlardı. Arslan Baba, Şeyh Yusuf Hemedânî, Ahmed Yesevî, onun halifeleri Korkut Ata, Mansur Ata ve bölgede faaliyet gösterdiği bilinen Halil Ata bunlardan bazılarıydı.  Şeyh Yusuf Hemedânî Nakşbendîyye geleneğinde önemli bir yere sahip olan Şeyh Yusuf Hemedânî, Orta Asya’daki yarı göçebe Türkmen zümrelerinin İslâm dinini benimsemesinde birinci derecede etkili olduğu ifade edilen Ahmed Yesevî’nin şeyhi olarak kabul edilir. 440 ya da 441/1048-1049 senesinde, Hemedan’ın Büzenecird Köyü’nde doğan ve asıl adı Ebû Ya’kub Yusuf b. Hüseyin b. Vehre Büzenecirdî olan Hemedanî, Hanefî mezhebine mensuptu. 460/1068 yılından sonra, Bağdad’a gelerek, bu sırada Nizamiye medresesin başında bulunan ünlü sufî Ebu İshak Şirazî’nin ders meclisinde katılmış, burada, fıkıh, kelam ve diğer ilimlerde gösterdiği başarısıyla Ebu İshak’ın dikkatini çekmişti. Bağdad’da bulunduğu sırada, dönemin önde gelen alimleri Hatib-i Bağdâdî, Ebû Ca’fer b. Müslime ve Ebu’l-Hüseyin b. el-Mühtedî’den hadis dinlemişti. Ancak, kaç yıl olduğu kesin olarak tespit edilemeyen eğitim sürecinin sonucunda, o da tıpkı çağdaşı İmam Gazzâlî gibi, fıkıh ve kelam tartışmalarından sıkılarak tasavvufa meyletmişti. Hemedânî, tasavvuf konusunda Abdullah Cuveynî ve Hasan Simnanî’nin yanı sıra, Ebû Ali Fârmedî’den de istifâde etmiştir. Kaynaklarda onun en fazla Ebu Ali Fârmedî’den etkilendiğinin üzerinde durulur.  Yusuf Hemedânî tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra, Merv’de kurduğu ve “Horasan’ın Ka’be’si”denilen hankâhında mürid yetiştirmeye başlamıştı. Tekkesinde uzun yıllar mürid yetiştirdikten sonra, altmış beşyaşını aşmış olduğu halde, ilk gençlik yıllarında eğitim gördüğü Bağdad Nizamiye Medresesi’ne gelerek va’z ve irşad halkası kurmuştu. Ancak, kısa bir süre sonra buradan da ayrılmış, bir süre Merv ve Herat’ta bulunduktan sonra 535/1140 yılında Merv yolu üzerinde vefat etti.  Yusuf Hemedânî, Hanefî mezhebinin gereklerini en iyi şekilde öğrenmiş, ömrünü ilim, Kur’an ve tasavvuf yoluna hasretmiştir. Döneminde çoğu sufiler arasında âdet olduğu üzere o da seyahatlere çıkmış, Merv, Herat, Semerkand, Buhara gibi dönemin en büyük kültür merkezlerini dolaşmıştı. Dolaştığı coğrafyada mescid, sahra, mahalle, köy ve dağlara giderek, oralarda yaşayan herkese Türk, Tacik, Arap, efendi, derviş, köle, tüccar, ağa, çoban, deveci demeden hemen her yerde İslâm dinini anlatmaya çalışmıştır. Sade ve gösterişsiz yaşantısı, gayet kibar tavırları, mütevazî işi, yoksullara ve gariplere, ailesi kalabalık olanlara yardımlarda bulunmuştu. Yaşadığı dönemde büyük itibar sahibi olan Şeyh Yusuf Hemedânî’nin, iktidar zümreleri nezdinde de saygı ve hürmet gördüğü anlaşılmaktadır. Rivayete göre, Sencer, Yusuf Hemedanî’ye 1110 yılında bir mektup yazarak, “Ashab-ı Kiram’ın yollarından ayrılmayan büyük şeyhin hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyhten kendilerine bir Fatiha niyaz etmelerini” dilemiş ve 50.000 altın göndermişti. Yusuf Hemedânî’nin sultanın bu isteğini, Abdülhâlik Gücdüvânî’ye Makâmât’ı yazdırmak suretiyle yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Yusuf Hemedânî’nin fikirleri gerek yaşadığı dönemde ve gerekse daha sonraki dönemlerde diğer sufilerce benimsenmiştir. Mesela, Ferideddin Attar, meşhur Tezkire’sini yazmaya karar verişinin nedenlerinden birisi olarak, Yusuf Hemedânî’nin, insanların selamette kalması için tavsiye ettiği “her gün onların [sufilerin] sözlerinden sekiz sayfa okuyunuz” sözünü gösterir. Yine, Makâmât’ta onun, pek çok kişiyi tevbe ettirip yola getirdiği, sekiz bin putperesti Müslüman ettiği şeklinde rivayetler vardı. Bu ifadeler, abartılı olabilecekleri hatıra gelmekle birlikte, şeyhin yaşadığı dönemde, son derece itibar sahibi ve rağbet edilen bir kimse olduğunu ortaya koyma gayretleri olarak kabul edilebilir. Ancak, kesin olarak bilinen, Nakşî ağırlıklı kaynakların, onun vefat ettiği zaman, geride dört halife bıraktığına ilişkin yazdıklarıdır.  Şeyh Yusuf Hemedânî’nin fıkıhta Hanefî, itikadda Maturîdîliği benimsediği, İslâmî emirlere son derece bağlı, sahv ve temkini esas alan bir tasavvuf anlayışına sahip olduğu, keramet göstermeye iltifat etmediği, sekr ve vecdin etkisiyle zuhur eden ölçüsüz hareketleri pek tasvip etmediği hatta bu yüzden Ahmed Gazzâlî’yi eleştirdiği bilinmektedir. E. Esin’e göre, Yusuf Hemedânî, sünen-i nebeviyyeye uymayı yegane kurtuluş yolu olarak gören, yoksulluk içinde yaşayan, günlük yemeğini bile yoksullara dağıtan, hükümdarların muhitinden kaçan, riyazet ve mücahede içinde bir sufi idi. Her ay başında Semerkand mollalarını çağırarak onlarla şeriat sohbeti yapardı. Yaşadığı dönemde oldukça etkin bir konuma sahipti.   Türk Sufîliğinin Pîri: Hoca Ahmed Yesevî Türk tarihi açısından bakıldığında, Şeyh Yusuf Hemedânî’nin yetiştirdiği en önemli şahıs şüphesiz Hoca Ahmed Yesevî’dir. Bu nedenle olsa gerek, Ali Şir Nevâyî onu Türkistan mülkünün şeyhü’l-meşâyihi olarak nitelendirmişti. Orta Asya’da yaşayan yarı-göçebe Türkmen topluluklarının İslâm dinini daha kısa sürede ve daha kolay bir şekilde benimsemesinde önemli pay sahibi olduğu bilinen Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatı ve etkileriyle ilgili olarak bugüne dek pek çok söz söylenmiştir. Ancak, onun gerçek kimliği ve Anadolu’nun dinî hayatına etkisi üzerindeki sis perdesi hâlâ tam anlamıyla kaldırılmış değildir. Bu nedenle, onun hayatı ve etkileri konusunda, birbirinden çok farklı bilgiler verilmiş ve verilmektedir. Bilhassa onun yaşam tarzı, mensup olduğu ekol, şeyhleri, talebeleri konusunda fikir ayrılıkları vardır ve bu konuda tarihi realite ve efsaneler birbirine karışmıştır.  Hoca Ahmed Yesevî, Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı, şimdiki Çimkent şehrinin doğusundaki Sayram kasabasında doğmuştu. Hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. Babası, Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrahim, Sayram’ın ünlü sufilerinden birisi olup, Yesevî yedi yaşlarında iken vefat etmişti. Annesi Ayşe Hatun, daha önce öldüğü için, Yesevî çocukluğunu ablası Gevher Şehnaz’ın himayesinde geçirdikten sonra, amcası Arslan Bâb’ın yanına giderek ondan dinî ve tasavvufî bilgiler aldı. Bu arada değişik ilim dallarında eğitim gören Yesevî, 27 yaşına gelince tasavvufa yöneldi ve Buhara’ya giderek burada Şeyh Yusuf Hemedânî’nin himayesi altına girdi. Buhara bu dönemde, Selçuklu hakimiyeti altındaydı ve İslâmî ilimlerin Maveraünnehir’deki en büyük merkezi durumundaydı. Buhara’daki medreselerde Hanefî mezhebinin temel esasları okutuluyordu. Ahmed Yesevî böyle bir zamanda, bu şehre gelmiş ve yaygın inanışa göre, Şeyh Yusuf Hemedânî’ye intisab etmişti.  Hoca Ahmed Yesevî, Şeyh Yusuf Hemedânî’den dinî, riyazî ve Batınî ilimleri öğrenmiş, hocasıyla beraber şehir şehir dolaşarak Orta Asya halkının karakterini iyice tanımış, bu bölgeye yapılacak tebliğin usul ve erkânını öğrenmiştir. Onun Yusuf Hemedanî’nin yanında ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Ahmed Yesevî, Şeyh Yusuf Hemedânî’nin ölümünden sonra üçüncü halifesi olarak 1160 yılında şeyhinin postuna oturdu. Posta geçtikten sonra irşad faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî sufî geleneğine sahip bir aileden geliyor olmanın da etkisiyle, kısa sürede etrafında çok sayıda mürid toplamayı başarmıştı. Müridlerine mala değer verilmemesi gerektiğini, temizliğin insanın içine etki etmesi gerektiğini, saf ve iyi niyetli olunması gerektiğini öğütlüyor ve kendi yaşayışıyla bu konuda onlara örnek oluyordu.  Sığnâkî, onun, otuz yıl Mekke’de medresede bulunduğunu, 40 yıl Kalenderîler ile seyâhat edip, abdallar, evtad, Hızır ve İlyas ile arkadaşlık ettiğini ve Abdülhalık Gücdüvânî ile yakın arkadaş olduğunu, Baba Maçin adıyla bilinen Baba Muhammed Hotânî, Hakim Ata, Sûfi Danişmend ve Hace Dugî ile birlikte Gücdüvan’da Kâbe’yi tavaf ettiklerini ifade etmektedir. Verilen bu bilgilerden yola çıkılarak, onun bu dönemde Sünnî karaktere sahip olduğu, fakat bunun yanı sıra, Kalenderî zümreler ile de yakın ilişki kurup onlara nüfuz etmeye çalıştığı sonucunu çıkarmak mümkündür. Buhara’da postnişinlik görevini devam ettiren Yesevî, bir süre sonra, irşâd görevini Yusuf Hemedânî’nin dördüncü halifesi Abdülhâlik Gücdüvânî’ye bırakarak, asıl memleketi olan Yesi’ye geri döndü ve burada Türkleri ta’lim ve irşada devam etti. Müridleri sürekli olarak arttı ve şöhreti Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm’i sardı. Bu nedenle, o modern araştırmacılar tarafından Türkistan sufiliğinin kurucusu olarak kabul edilmektedir.  Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönem din ve tasavvuf propagandasına oldukça elverişli bir dönemdi. İslâm dünyasında tarikatların kuvvetlendiği ve her tarafta tekkelerin yükseldiği bu dönemde, Yesevî’nin yaşadığı Yesi ve çevresinde de pek çok Allah dostu bulunuyordu. Ahmed Yesevî’nin etkisi Doğu Türkistan’da da hızlı bir şekilde yayılmıştı. Taşkent çevresinde, Sir-derya havalisinde hatta daha kuzeydeki bozkırlarda göçebe Türkler arasında çadırdan çadıra koşarak İslâmiyet’i Türkçe, Arapça ve Farsça dilleriyle hızla öğretiyor, gönüllere hitab eden tasavvufi hikmet şiirleriyle, halkın inanç ve duygu birliğini güçlendiriyordu. Ahmed Yesevî, Yesi’nin biraz kuzeyinde, gayri Müslim yarı göçebe Kıpçak hanlarının merkezi olan Sığnak civarında ve Yesi’nin doğusunda, Karahanlıların başkenti Balasagun’un Budist-Şamanist Karahitayların eline geçtiği bir dönemde, bölgede İslâm dini ve kültürünün en önemli savunucularından birisi haline gelmişti. Şeyhi Yusuf Hemedânî gibi, Hanefî mezhebine ve Sünnî İslâm’a sıkı sıkıya bağlı olan halifesi, son derece sade bir yaşayışa sahipti. Bütün vaktini müridlerinin eğitimi, ibadet ve taat ile geçirir, boş vakitlerinde kaşık oyar, bu işten kazandığı parayı müridleri arasında paylaştırırdı. Akşamları hikmet adını verdiği manzum şiirlerini yazar ve müridlerine bu şiirlerin açıklamalarını yapardı. Bazen de, bölgedeki “ricalullah”ı bir araya toplar, onlarla sohbet ederdi. Onun bu irşad halkası sayesinde Sir-derya ve Harezm ötesindeki Türkmen kabileleri İslâm’ı tam bir samimiyetle kabul etmişler ve bütün gereklerini aynen yerine getirmeye çalışmışlardır. Bunlar İslâm ilimlerini ve İran edebiyatını bilmeyen saf inançlı temiz Türkmen köylüleriydiler. Ahmed Yesevî, İslâm dinini bu Türkmenler arasında onların anlayabileceği bir dile indirgeyerek yaymaya çalışmıştır. E. Esin’in ifadesiyle, Yesevî, İslâm’ın baskı altına alınmaya çalıştığı bir dönemde, hamasi üslubda olması gereken bu Hikmetler’in ateşi ve fırtınalı havasında, eren, şanlı bir manevî gâzî olarak belirmiş, esrara bürünen sesi, bozkır Türkleriyle birlikte Orta Asya kültürünün aks-i sedâlarıyla, Türk halk ruhunun İslâmiyet’i anlayışının ifadesi olmuştur. Muhtemelen, hikmetlerde, ayet ve hadislerin anlamlarının Türkçe söylenmesinin daha uygun olacağını belirtmesinin temelinde de bu zümrelere daha iyi hitap etme isteği yatmaktadır. Zira, Farsça’yı da çok iyi bildiği anlaşılmaktadır.  Ahmed Yesevî’nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ölüm yılı olarak genellikle 562/1166-1167 yılı kabul edilir. Ancak, son yıllarda, bilhassa Devin De Weese tarafından, Özbekistan’ın Taşkent Kütüphanesi’nde ve St. Petersburg Kütüphanesi’nde bulunan ve Yesevî’nin halifeleri tarafından yazıldığı bilinen eserlere dayanılarak yapılan çalışmalar neticesinde, bu tarih, yaklaşık elli yıl daha ileriye götürülmektedir.  Yapılan bu yeni araştırmalar, pek çok farklı yorum ve sonucu da beraberinde getirmektedir. Nakşbendî geleneğinde, yukarıda da detaylı bir şekilde anlatıldığı üzere, Yesevî’nin, Yusuf Hemedânî’nin halifesi olduğu kanaati vardır. Fakat, yeni ulaşılan bilgiler ışığında, Yesevî kaynakları ve tarafsız kaynaklar, Yesevî’nin Şihabeddin Ömer Sühreverdî’den hilafet aldığı konusunda hemfikirdirler. Ancak, bu iki şahsiyetin, yaşadıkları dönem arasında yaklaşık yüz yıldan fazla bir süre olması, her ne kadar Sığnâkî Yesevî’ye yaklaşık 126 ya da 130 yıl ömür biçiyorsa da, en azından mürid-mürşid ilişkisi bağlamında verilen bilgilerden birisinin daha ihtiyatlı düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. De Weese, Ahmed Yesevî’nin Sühreverdî’nin müridi olmasının Hemedanî’ye oranla daha muhtemel olduğunu ifade etmekte, bu görüş N. Tosun ve A. Karamustafa tarafından da desteklemektedir.  Yesevî’nin halifesi Sufi Muhammed Danişmend’in, eserinde, 1221’de vefat eden Necmüddin Kübrâ’dan nakiller yapmış olması ikinci görüşü kuvvetlendirmektedir. Yine, Mikail Bayram, Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Mecdüddin Bağdadî’nin, kendi kütüphanesinde bulunan Zubdetü’l-Avâlî ve Hilyeti’l-Emâlî adlı eserinde verdiği bilgilerden yola çıkarak, Yesevî ile Mecdüddin Bağdâdî’nin çağdaş olduklarını, hatta aynı görüşü paylaştıklarını ileri sürmektedir ki, bu bilgi de dikkat çekicidir. Bu konuda sözü edilmesi gereken bir diğer husus da, Nefahat’ta, Şeyh Mecdüddin Bağdâdî’nin halifesi Şeyh Raziyüddin Ali La’la ile ilgili verilen bilgidir. Burada, Şeyh Ali La’la’nın Ahmed Yesevî’nin hankahında bulunduğu ifade edilmektedir. Bu bilgiden de, Ahmed Yesevî ile Şeyh Necmüddin Kübrâ’nın çağdaş oldukları sonucuna ulaşılabilmektedir. De Weese, bu güne kadar bilinenin aksine, Yesevî’nin, heterodoks bir karakter taşıdığı ve sadece göçebe Türkmen zümreleri arasında irşad faaliyetinde bulunduğu fikrine de karşı çıkmakta, Yesevî ile ilgili tek kaynağın Divan-ı Hikmet olarak kabul edilmeyip de, yeni kaynaklar nazar-ı itibâra alındığında, onun daha Sünnî bir karakter taşıdığını ifade etmektedir. Gerek Sufi Muhammed Danişmend’in gerekse Sığnakî’nin verdiği bilgiler bu görüşü destekler mahiyettedir. Yesevî’nin ölümünden sonra tarikatı yayılarak varlığını devam ettirmiştir. Hazinî, Ahmed Yesevî’nin, on iki bin müridi olduğunu belirtmekte ve irşadla vazifeli olanların isimleri Sufi Muhammed Danişmend Zernûkî, Süleyman Hakim Ata, Baba Maçin, Emir Ali Hakim, Şeyh Hasan Bulganî, İmam Mergazî, Şeyh Osman Mağribî ve Hacı Bektaş-ı Rûmî olarak vermektedir. Bu halifeler değişik Türk illerine dağılarak Yesevîyye tarikatını yaymışlar ve özellikle uc boylarına yerleşerek buraları şenlendirmişlerdir. Yine, Hayderi zümresinin piri olan Kutbeddin Haydar’ın da onun halifelerinden olduğu, şeyhin emriyle Horasan’a irşad için gönderildiği ifade edilmektedir.  Ahmed Yesevî’nin Hikmet adını verdiği risalelerinin tefsirini yaparak dervişlerine İslâmiyet’i anlattığı Divan-ı Hikmet adlı eseri, XII. Yüzyıldan günümüze kadar devam eden Yesevî kültürünün Türkistan’dan Balkanlara, Hindistan’dan Anadolu’ya yayılmasını sağlayan çok önemli bir kaynak olarak kabul edilir. Yesevî burada, İlahi aşkı, Allah sevgisini, insan sevgisini, yaşadığı devrin sosyal aksaklıklarını incelemiş, yaşadığı yüzyıldaki halkın yaşantısından, günlük hayattan, sohbetlerden bahsetmiş, bazı aksaklıklar için çözümler ortaya koymuştur. Ayrıca, tasavvufî hayat, tarikatların gerekleri, insan yaşayışının temel gereklilikleri ayet ve hadis kaynaklı olarak şiirlerle ifade edilmiştir.  Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’ten başka Fakr-name adlı bir eserinin varlığı bilinmektedir. Bu iki eserde, Yesevî’nin tasavvufi görüşleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Bu esere göre, dervişlik yoluna giren birisi, hak emri üzere, şeriata uygun şekilde hareket etmeli, riya ve gösterişten uzak olmalıdır. Bir sufi, dört mertebeyi, yani şeriat, tarikat, marifet ve hakikatı iyice kavramalıdır. Gece kıyamda durmayanın ve gündüz şeyhine hizmet etmeyenin şeyhlik davası gütmesi boşunadır. Derviş, az konuşmalı, heva ve heves peşinde koşmamalı, kazaya razı olmalı, belaya sabretmeli, nimete şükretmelidir.  Hoca Ahmed Yesevî’nin etkisi, Türkistan’ın hemen her bölgesine gönderdiği halifeleri vasıtasıyla genişbir coğrafyada hissedilmiştir. Kendi tasavvuf anlayışını yaşadığı bölge olan Yesi yakınlarındaki Karacuk Dağı’nda yaşayan Türkmenler başta olmak üzere, yarı göçebe topluluklar arasına sistemli bir şekilde ve dervişâne bir tarzda sokmuş olması bu genişlemeyi daha da kolaylaştırmıştır. Ahmed Yesevî’nin ölümünden yaklaşık iki yüz otuz yıl sonra, 1396 yılında, Timur tarafından, şeyhlerin halk üzerindeki manevî nüfuzundan yararlanmak amacıyla Yesi’de Ahmed Yesevî için hala ihtişamını koruyan bir türbe yaptırılmıştır.  Ahmed Yesevî, kendisinden sonra Yesevîyye adıyla anılacak olan bir tarikat kurmuştur. Bu tarikat, A. Yaşar Ocak’ın ifade ettiği gibi, yalnızca Allah’ın azab ve gazabından korkmaya dayalı zühdi tasavvufa değil; aynı zamanda ilahî aşka ve cezbeye de dayalı, bu sebeple de geniş bir hoşgörü ve insan sevgisine ağırlık veren, her türlü benlik duygusunu kınayan Horasan Melâmetîyyesi’ne dayanmaktaydı. Seyhun, Taşkent, Harezm, Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’ya yayılan bu tarikat, Türklere mâl edilmişNakşîbendiliğin ortaya çıkışına kadar bu bölgelerde hakim güç olmuştur. Tarikatın bu bölgelerde yayılmasına Ahmed Yesevî’nin halifelerinin katkısı çok büyük olmuştur. Hoca Ahmed Yesevî’nin halifeleri vasıtasıyla yayılan bu tarikat, bölgenin yapısı gereği Şamanist bazı unsurları da bünyesinde taşımaktadır. Rivayete göre, kadın ve erkeklerin bir arada zikir yapmaları bu tarikatta serbesttir. Sığnâkî bu konuyla ilgili olarak şu bilgileri verir:  “Tekkelerinde kadın erkek birlikte raks ederlerdi. Ansızın Arap yönünden bir cemaat kırk dervişle birlikte geldiler. Halife Ahmed’e, “Kadın erkek, birlikte zikir ve semâ ediyorlar, bu nasıl olur?” diye sordular. Halife Ahmed bir ateşi pamuğa sardı, kutuya koyup ağzını kapattı ve onların eline verdi. onlar kendi memleketlerine döndüler. Mısır’ın bir şehrinde büyük camide, kalabalık bir insan topluluğu içinde açtılar. Gördüler ki, ateş pamuğa zarar vermemiş, hatta tesir etmemiştir. Dediler ki, Hâce Ahmed bize bir işaret verdi, yani, “bizim sohbetimizde kadın erkek böyledir” (beraber olmaları gönüllere zarar vermez) demek istedi. Arap şeyhleri “Halife Ahmed bizim pirimizdir” dediler.” Hoca Ahmed Yesevî’nin başlıca halifeleri, Hakim Ata (Süleyman Bakırgânî) (öl. 1186), yukarıda sözünü ettiğimiz Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata (öl. 1199) ve Sa’id Ata (öl. 1218)’dır. Bu halifelerin Yesevîliğin Orta Asya’da yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Yine, Türk asıllı olup, irşad için Horasan’a gönderilen Kutbeddin Haydar da onun müridleri arasında gösterilir. Bunların dışında, Hacı Bektaş’ın şeyhi olduğu ifade edilen Lokman Perende’nin ve daha sonraki dönemde Balkanlar’da yaşadığı bilinen Sarı Saltuk’un da onun halifeleri arasında olduğu iddia edilmektedir.  A. Yaşar Ocak, Hoca Ahmed Yesevî’nin tesirlerini ve Yesevîyye tarikatının yayılma alanını üç bölgeye ayırır. Bu bölgeler, günümüz Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Volga boylarını içine alan Orta Asya sahası, Hindistan sahası ile Anadolu sahasıdır. Melikoff ise, Yesevî’nin, bu bölgelerden ikisinde, yani Orta Asya ve Hindistan sahasında daha çok Nakşî geleneğinin etkisiyle Sünnî bir karaktere, Anadolu ve Rumeli’de ise cemaat dışı (hetérodoxe) bir karaktere büründürüldüğünü ifade ederek, bu geleneğe göre Hacı Bektaş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî’nin müridi olduğunu ifade eder. Orta Asya sahası bizzat Hoca Ahmed Yesevî’nin tesirli olduğu kısımdır. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu bölgede yaşamış, misyonunu yaymış ve en ücra köşelere kadar nüfuz etmiştir. Onun bu bölgedeki tesiri, Seyhun ve Harezm bozkırlarında yayılmış, buradan Bulgar sahasına geçmiştir. Sufi Muhammed Danişmend’in eserinde, Ahmed Yesevî kadar Necmüddin Kübrâ’dan da atıf yapması dikkate alındığında, bu bölgede, Yesevîliğin yanı sıra Kübreviliğin de etkili olduğu tahmin edilebilir. Ancak, Ahmed Yesevî’nin bu bölgedeki etkisinin daha ziyade Nakşbendîlik yoluyla olduğu aşikardır. Bu gelenekte, Yesevî, Yusuf Hemedânî’nin halifesi olarak kabul edilmesi sebebiyle, silsilede çok önemli yer tutar. İlerleyen dönemlerde, bu sahada etkisini yitirmeye başlayan Yesevîliğin yerini Nakşîbendiyye ve Kübreviyye almıştır. Yesevîliğin Hindistan sahasında yayılışı ile ilgili bilgiler sınırlıdır. Yesevîlik Hindistan sahasına Haydarî dervişleri vasıtasıyla girmiştir. Hint tarihi ile uğraşan araştırmacılar Hindistan’daki Türk unsurunu yeterince inceleyememişler bu nedenle de bu tesiri fark edememişlerdir.  Yesevîyye tarikatının konusu itibarıyla bu çalışmayı en fazla ilgilendiren kısmı Anadolu sahasıdır. Anadolu sahası, Yesevî etkisinin en fazla olduğu ve en uzun sürdüğü bölge olması ve Abdalân-ı Rum’un etki alanı olması hasebiyle önem taşır. Yesevî dervişlerinin Anadolu’ya XIII. Yüzyılın ikinci yarısında, yani, Moğol İstilası sonrasında geldikleri ifade edilmektedir. Uzun Firdevsi, Vilayetnâme’de Yesevî dervişlerinin büyük kalabalıklar halinde Anadolu’ya gelerek, muhtelif yöreleri fethedip buralara yerleştiklerine dair bilgiler vermektedir. Anadolu’ya Yesevî kimliğini temsilen gelen bu Yesevî ve Haydarî dervişleri, Yesevî’nin vefatından sonra geçen yarım yüzyıl zarfında bütün yazılı ve sözlü gelenekleri Anadolu’ya yaymışlardır. Anadolu’ya gelen Yesevî dervişleri bu dönemde Anadolu’da Vefailik ve Haydarîlik tarikatlarına yakınlaştıkları tahmin edilmektedir. Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki varisleri Selçuklu ve Osmanlı siyasî ve kültürel hayatında çok etkili olmuşlardır.   
Ekleme Tarihi: 19 Eylül 2023 - Salı
Prof.Dr.Haşim Şahin

Türkistan'ın Bilgeleri

TÜRKİSTAN'IN BİLGELERİ

 

Büyük Selçuklu sultanı Sencer döneminde, Türkistan coğrafyasında yaşayan ve hâlâ yarı göçebe hayat süren Türkmen kitleleri arasına girerek ilahiler söyleyen, şiirler okuyan, Allah rızası gözetmek gayesiyle halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren, Türkmen zümrelerinin eskiden dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzettikleri çok sayıda derviş bulunmaktaydı. Türkmenler, bu dervişlerin sözlerini dinliyor, hareketlerini tatbik ediyorlardı. Arslan Baba, Şeyh Yusuf Hemedânî, Ahmed Yesevî, onun halifeleri Korkut Ata, Mansur Ata ve bölgede faaliyet gösterdiği bilinen Halil Ata bunlardan bazılarıydı. 

Şeyh Yusuf Hemedânî

Nakşbendîyye geleneğinde önemli bir yere sahip olan Şeyh Yusuf Hemedânî, Orta Asya’daki yarı göçebe Türkmen zümrelerinin İslâm dinini benimsemesinde birinci derecede etkili olduğu ifade edilen Ahmed Yesevî’nin şeyhi olarak kabul edilir. 440 ya da 441/1048-1049 senesinde, Hemedan’ın Büzenecird Köyü’nde doğan ve asıl adı Ebû Ya’kub Yusuf b. Hüseyin b. Vehre Büzenecirdî olan Hemedanî, Hanefî mezhebine mensuptu. 460/1068 yılından sonra, Bağdad’a gelerek, bu sırada Nizamiye medresesin başında bulunan ünlü sufî Ebu İshak Şirazî’nin ders meclisinde katılmış, burada, fıkıh, kelam ve diğer ilimlerde gösterdiği başarısıyla Ebu İshak’ın dikkatini çekmişti. Bağdad’da bulunduğu sırada, dönemin önde gelen alimleri Hatib-i Bağdâdî, Ebû Ca’fer b. Müslime ve Ebu’l-Hüseyin b. el-Mühtedî’den hadis dinlemişti. Ancak, kaç yıl olduğu kesin olarak tespit edilemeyen eğitim sürecinin sonucunda, o da tıpkı çağdaşı İmam Gazzâlî gibi, fıkıh ve kelam tartışmalarından sıkılarak tasavvufa meyletmişti. Hemedânî, tasavvuf konusunda Abdullah Cuveynî ve Hasan Simnanî’nin yanı sıra, Ebû Ali Fârmedî’den de istifâde etmiştir. Kaynaklarda onun en fazla Ebu Ali Fârmedî’den etkilendiğinin üzerinde durulur. 

Yusuf Hemedânî tasavvufî eğitimini tamamladıktan sonra, Merv’de kurduğu ve “Horasan’ın Ka’be’si”denilen hankâhında mürid yetiştirmeye başlamıştı. Tekkesinde uzun yıllar mürid yetiştirdikten sonra, altmış beşyaşını aşmış olduğu halde, ilk gençlik yıllarında eğitim gördüğü Bağdad Nizamiye Medresesi’ne gelerek va’z ve irşad halkası kurmuştu. Ancak, kısa bir süre sonra buradan da ayrılmış, bir süre Merv ve Herat’ta bulunduktan sonra 535/1140 yılında Merv yolu üzerinde vefat etti. 

Yusuf Hemedânî, Hanefî mezhebinin gereklerini en iyi şekilde öğrenmiş, ömrünü ilim, Kur’an ve tasavvuf yoluna hasretmiştir. Döneminde çoğu sufiler arasında âdet olduğu üzere o da seyahatlere çıkmış, Merv, Herat, Semerkand, Buhara gibi dönemin en büyük kültür merkezlerini dolaşmıştı. Dolaştığı coğrafyada mescid, sahra, mahalle, köy ve dağlara giderek, oralarda yaşayan herkese Türk, Tacik, Arap, efendi, derviş, köle, tüccar, ağa, çoban, deveci demeden hemen her yerde İslâm dinini anlatmaya çalışmıştır. Sade ve gösterişsiz yaşantısı, gayet kibar tavırları, mütevazî işi, yoksullara ve gariplere, ailesi kalabalık olanlara yardımlarda bulunmuştu.

Yaşadığı dönemde büyük itibar sahibi olan Şeyh Yusuf Hemedânî’nin, iktidar zümreleri nezdinde de saygı ve hürmet gördüğü anlaşılmaktadır. Rivayete göre, Sencer, Yusuf Hemedanî’ye 1110 yılında bir mektup yazarak, “Ashab-ı Kiram’ın yollarından ayrılmayan büyük şeyhin hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyhten kendilerine bir Fatiha niyaz etmelerini” dilemiş ve 50.000 altın göndermişti. Yusuf Hemedânî’nin sultanın bu isteğini, Abdülhâlik Gücdüvânî’ye Makâmât’ı yazdırmak suretiyle yerine getirdiği anlaşılmaktadır.

Yusuf Hemedânî’nin fikirleri gerek yaşadığı dönemde ve gerekse daha sonraki dönemlerde diğer sufilerce benimsenmiştir. Mesela, Ferideddin Attar, meşhur Tezkire’sini yazmaya karar verişinin nedenlerinden birisi olarak, Yusuf Hemedânî’nin, insanların selamette kalması için tavsiye ettiği “her gün onların [sufilerin] sözlerinden sekiz sayfa okuyunuz” sözünü gösterir. Yine, Makâmât’ta onun, pek çok kişiyi tevbe ettirip yola getirdiği, sekiz bin putperesti Müslüman ettiği şeklinde rivayetler vardı. Bu ifadeler, abartılı olabilecekleri hatıra gelmekle birlikte, şeyhin yaşadığı dönemde, son derece itibar sahibi ve rağbet edilen bir kimse olduğunu ortaya koyma gayretleri olarak kabul edilebilir. Ancak, kesin olarak bilinen, Nakşî ağırlıklı kaynakların, onun vefat ettiği zaman, geride dört halife bıraktığına ilişkin yazdıklarıdır. 

Şeyh Yusuf Hemedânî’nin fıkıhta Hanefî, itikadda Maturîdîliği benimsediği, İslâmî emirlere son derece bağlı, sahv ve temkini esas alan bir tasavvuf anlayışına sahip olduğu, keramet göstermeye iltifat etmediği, sekr ve vecdin etkisiyle zuhur eden ölçüsüz hareketleri pek tasvip etmediği hatta bu yüzden Ahmed Gazzâlî’yi eleştirdiği bilinmektedir. E. Esin’e göre, Yusuf Hemedânî, sünen-i nebeviyyeye uymayı yegane kurtuluş yolu olarak gören, yoksulluk içinde yaşayan, günlük yemeğini bile yoksullara dağıtan, hükümdarların muhitinden kaçan, riyazet ve mücahede içinde bir sufi idi. Her ay başında Semerkand mollalarını çağırarak onlarla şeriat sohbeti yapardı. Yaşadığı dönemde oldukça etkin bir konuma sahipti.

 

Türk Sufîliğinin Pîri: Hoca Ahmed Yesevî

Türk tarihi açısından bakıldığında, Şeyh Yusuf Hemedânî’nin yetiştirdiği en önemli şahıs şüphesiz Hoca Ahmed Yesevî’dir. Bu nedenle olsa gerek, Ali Şir Nevâyî onu Türkistan mülkünün şeyhü’l-meşâyihi olarak nitelendirmişti. Orta Asya’da yaşayan yarı-göçebe Türkmen topluluklarının İslâm dinini daha kısa sürede ve daha kolay bir şekilde benimsemesinde önemli pay sahibi olduğu bilinen Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatı ve etkileriyle ilgili olarak bugüne dek pek çok söz söylenmiştir. Ancak, onun gerçek kimliği ve Anadolu’nun dinî hayatına etkisi üzerindeki sis perdesi hâlâ tam anlamıyla kaldırılmış değildir. Bu nedenle, onun hayatı ve etkileri konusunda, birbirinden çok farklı bilgiler verilmiş ve verilmektedir. Bilhassa onun yaşam tarzı, mensup olduğu ekol, şeyhleri, talebeleri konusunda fikir ayrılıkları vardır ve bu konuda tarihi realite ve efsaneler birbirine karışmıştır. 

Hoca Ahmed Yesevî, Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı, şimdiki Çimkent şehrinin doğusundaki Sayram kasabasında doğmuştu. Hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. Babası, Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrahim, Sayram’ın ünlü sufilerinden birisi olup, Yesevî yedi yaşlarında iken vefat etmişti. Annesi Ayşe Hatun, daha önce öldüğü için, Yesevî çocukluğunu ablası Gevher Şehnaz’ın himayesinde geçirdikten sonra, amcası Arslan Bâb’ın yanına giderek ondan dinî ve tasavvufî bilgiler aldı.

Bu arada değişik ilim dallarında eğitim gören Yesevî, 27 yaşına gelince tasavvufa yöneldi ve Buhara’ya giderek burada Şeyh Yusuf Hemedânî’nin himayesi altına girdi. Buhara bu dönemde, Selçuklu hakimiyeti altındaydı ve İslâmî ilimlerin Maveraünnehir’deki en büyük merkezi durumundaydı. Buhara’daki medreselerde Hanefî mezhebinin temel esasları okutuluyordu. Ahmed Yesevî böyle bir zamanda, bu şehre gelmiş ve yaygın inanışa göre, Şeyh Yusuf Hemedânî’ye intisab etmişti. 

Hoca Ahmed Yesevî, Şeyh Yusuf Hemedânî’den dinî, riyazî ve Batınî ilimleri öğrenmiş, hocasıyla beraber şehir şehir dolaşarak Orta Asya halkının karakterini iyice tanımış, bu bölgeye yapılacak tebliğin usul ve erkânını öğrenmiştir. Onun Yusuf Hemedanî’nin yanında ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Ahmed Yesevî, Şeyh Yusuf Hemedânî’nin ölümünden sonra üçüncü halifesi olarak 1160 yılında şeyhinin postuna oturdu. Posta geçtikten sonra irşad faaliyetlerini sürdüren Ahmed Yesevî sufî geleneğine sahip bir aileden geliyor olmanın da etkisiyle, kısa sürede etrafında çok sayıda mürid toplamayı başarmıştı. Müridlerine mala değer verilmemesi gerektiğini, temizliğin insanın içine etki etmesi gerektiğini, saf ve iyi niyetli olunması gerektiğini öğütlüyor ve kendi yaşayışıyla bu konuda onlara örnek oluyordu. 

Sığnâkî, onun, otuz yıl Mekke’de medresede bulunduğunu, 40 yıl Kalenderîler ile seyâhat edip, abdallar, evtad, Hızır ve İlyas ile arkadaşlık ettiğini ve Abdülhalık Gücdüvânî ile yakın arkadaş olduğunu, Baba Maçin adıyla bilinen Baba Muhammed Hotânî, Hakim Ata, Sûfi Danişmend ve Hace Dugî ile birlikte Gücdüvan’da Kâbe’yi tavaf ettiklerini ifade etmektedir. Verilen bu bilgilerden yola çıkılarak, onun bu dönemde Sünnî karaktere sahip olduğu, fakat bunun yanı sıra, Kalenderî zümreler ile de yakın ilişki kurup onlara nüfuz etmeye çalıştığı sonucunu çıkarmak mümkündür.

Buhara’da postnişinlik görevini devam ettiren Yesevî, bir süre sonra, irşâd görevini Yusuf Hemedânî’nin dördüncü halifesi Abdülhâlik Gücdüvânî’ye bırakarak, asıl memleketi olan Yesi’ye geri döndü ve burada Türkleri ta’lim ve irşada devam etti. Müridleri sürekli olarak arttı ve şöhreti Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm’i sardı. Bu nedenle, o modern araştırmacılar tarafından Türkistan sufiliğinin kurucusu olarak kabul edilmektedir. 

Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönem din ve tasavvuf propagandasına oldukça elverişli bir dönemdi. İslâm dünyasında tarikatların kuvvetlendiği ve her tarafta tekkelerin yükseldiği bu dönemde, Yesevî’nin yaşadığı Yesi ve çevresinde de pek çok Allah dostu bulunuyordu. Ahmed Yesevî’nin etkisi Doğu Türkistan’da da hızlı bir şekilde yayılmıştı. Taşkent çevresinde, Sir-derya havalisinde hatta daha kuzeydeki bozkırlarda göçebe Türkler arasında çadırdan çadıra koşarak İslâmiyet’i Türkçe, Arapça ve Farsça dilleriyle hızla öğretiyor, gönüllere hitab eden tasavvufi hikmet şiirleriyle, halkın inanç ve duygu birliğini güçlendiriyordu. Ahmed Yesevî, Yesi’nin biraz kuzeyinde, gayri Müslim yarı göçebe Kıpçak hanlarının merkezi olan Sığnak civarında ve Yesi’nin doğusunda, Karahanlıların başkenti Balasagun’un Budist-Şamanist Karahitayların eline geçtiği bir dönemde, bölgede İslâm dini ve kültürünün en önemli savunucularından birisi haline gelmişti.

Şeyhi Yusuf Hemedânî gibi, Hanefî mezhebine ve Sünnî İslâm’a sıkı sıkıya bağlı olan halifesi, son derece sade bir yaşayışa sahipti. Bütün vaktini müridlerinin eğitimi, ibadet ve taat ile geçirir, boş vakitlerinde kaşık oyar, bu işten kazandığı parayı müridleri arasında paylaştırırdı. Akşamları hikmet adını verdiği manzum şiirlerini yazar ve müridlerine bu şiirlerin açıklamalarını yapardı. Bazen de, bölgedeki “ricalullah”ı bir araya toplar, onlarla sohbet ederdi. Onun bu irşad halkası sayesinde Sir-derya ve Harezm ötesindeki Türkmen kabileleri İslâm’ı tam bir samimiyetle kabul etmişler ve bütün gereklerini aynen yerine getirmeye çalışmışlardır. Bunlar İslâm ilimlerini ve İran edebiyatını bilmeyen saf inançlı temiz Türkmen köylüleriydiler. Ahmed Yesevî, İslâm dinini bu Türkmenler arasında onların anlayabileceği bir dile indirgeyerek yaymaya çalışmıştır. E. Esin’in ifadesiyle, Yesevî, İslâm’ın baskı altına alınmaya çalıştığı bir dönemde, hamasi üslubda olması gereken bu Hikmetler’in ateşi ve fırtınalı havasında, eren, şanlı bir manevî gâzî olarak belirmiş, esrara bürünen sesi, bozkır Türkleriyle birlikte Orta Asya kültürünün aks-i sedâlarıyla, Türk halk ruhunun İslâmiyet’i anlayışının ifadesi olmuştur. Muhtemelen, hikmetlerde, ayet ve hadislerin anlamlarının Türkçe söylenmesinin daha uygun olacağını belirtmesinin temelinde de bu zümrelere daha iyi hitap etme isteği yatmaktadır. Zira, Farsça’yı da çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. 

Ahmed Yesevî’nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ölüm yılı olarak genellikle 562/1166-1167 yılı kabul edilir. Ancak, son yıllarda, bilhassa Devin De Weese tarafından, Özbekistan’ın Taşkent Kütüphanesi’nde ve St. Petersburg Kütüphanesi’nde bulunan ve Yesevî’nin halifeleri tarafından yazıldığı bilinen eserlere dayanılarak yapılan çalışmalar neticesinde, bu tarih, yaklaşık elli yıl daha ileriye götürülmektedir. 

Yapılan bu yeni araştırmalar, pek çok farklı yorum ve sonucu da beraberinde getirmektedir. Nakşbendî geleneğinde, yukarıda da detaylı bir şekilde anlatıldığı üzere, Yesevî’nin, Yusuf Hemedânî’nin halifesi olduğu kanaati vardır. Fakat, yeni ulaşılan bilgiler ışığında, Yesevî kaynakları ve tarafsız kaynaklar, Yesevî’nin Şihabeddin Ömer Sühreverdî’den hilafet aldığı konusunda hemfikirdirler. Ancak, bu iki şahsiyetin, yaşadıkları dönem arasında yaklaşık yüz yıldan fazla bir süre olması, her ne kadar Sığnâkî Yesevî’ye yaklaşık 126 ya da 130 yıl ömür biçiyorsa da, en azından mürid-mürşid ilişkisi bağlamında verilen bilgilerden birisinin daha ihtiyatlı düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. De Weese, Ahmed Yesevî’nin Sühreverdî’nin müridi olmasının Hemedanî’ye oranla daha muhtemel olduğunu ifade etmekte, bu görüş N. Tosun ve A. Karamustafa tarafından da desteklemektedir. 

Yesevî’nin halifesi Sufi Muhammed Danişmend’in, eserinde, 1221’de vefat eden Necmüddin Kübrâ’dan nakiller yapmış olması ikinci görüşü kuvvetlendirmektedir. Yine, Mikail Bayram, Necmüddin Kübra’nın halifelerinden Mecdüddin Bağdadî’nin, kendi kütüphanesinde bulunan Zubdetü’l-Avâlî ve Hilyeti’l-Emâlî adlı eserinde verdiği bilgilerden yola çıkarak, Yesevî ile Mecdüddin Bağdâdî’nin çağdaş olduklarını, hatta aynı görüşü paylaştıklarını ileri sürmektedir ki, bu bilgi de dikkat çekicidir. Bu konuda sözü edilmesi gereken bir diğer husus da, Nefahat’ta, Şeyh Mecdüddin Bağdâdî’nin halifesi Şeyh Raziyüddin Ali La’la ile ilgili verilen bilgidir. Burada, Şeyh Ali La’la’nın Ahmed Yesevî’nin hankahında bulunduğu ifade edilmektedir. Bu bilgiden de, Ahmed Yesevî ile Şeyh Necmüddin Kübrâ’nın çağdaş oldukları sonucuna ulaşılabilmektedir. De Weese, bu güne kadar bilinenin aksine, Yesevî’nin, heterodoks bir karakter taşıdığı ve sadece göçebe Türkmen zümreleri arasında irşad faaliyetinde bulunduğu fikrine de karşı çıkmakta, Yesevî ile ilgili tek kaynağın Divan-ı Hikmet olarak kabul edilmeyip de, yeni kaynaklar nazar-ı itibâra alındığında, onun daha Sünnî bir karakter taşıdığını ifade etmektedir. Gerek Sufi Muhammed Danişmend’in gerekse Sığnakî’nin verdiği bilgiler bu görüşü destekler mahiyettedir.

Yesevî’nin ölümünden sonra tarikatı yayılarak varlığını devam ettirmiştir. Hazinî, Ahmed Yesevî’nin, on iki bin müridi olduğunu belirtmekte ve irşadla vazifeli olanların isimleri Sufi Muhammed Danişmend Zernûkî, Süleyman Hakim Ata, Baba Maçin, Emir Ali Hakim, Şeyh Hasan Bulganî, İmam Mergazî, Şeyh Osman Mağribî ve Hacı Bektaş-ı Rûmî olarak vermektedir. Bu halifeler değişik Türk illerine dağılarak Yesevîyye tarikatını yaymışlar ve özellikle uc boylarına yerleşerek buraları şenlendirmişlerdir. Yine, Hayderi zümresinin piri olan Kutbeddin Haydar’ın da onun halifelerinden olduğu, şeyhin emriyle Horasan’a irşad için gönderildiği ifade edilmektedir. 

Ahmed Yesevî’nin Hikmet adını verdiği risalelerinin tefsirini yaparak dervişlerine İslâmiyet’i anlattığı Divan-ı Hikmet adlı eseri, XII. Yüzyıldan günümüze kadar devam eden Yesevî kültürünün Türkistan’dan Balkanlara, Hindistan’dan Anadolu’ya yayılmasını sağlayan çok önemli bir kaynak olarak kabul edilir. Yesevî burada, İlahi aşkı, Allah sevgisini, insan sevgisini, yaşadığı devrin sosyal aksaklıklarını incelemiş, yaşadığı yüzyıldaki halkın yaşantısından, günlük hayattan, sohbetlerden bahsetmiş, bazı aksaklıklar için çözümler ortaya koymuştur. Ayrıca, tasavvufî hayat, tarikatların gerekleri, insan yaşayışının temel gereklilikleri ayet ve hadis kaynaklı olarak şiirlerle ifade edilmiştir. 

Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’ten başka Fakr-name adlı bir eserinin varlığı bilinmektedir. Bu iki eserde, Yesevî’nin tasavvufi görüşleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Bu esere göre, dervişlik yoluna giren birisi, hak emri üzere, şeriata uygun şekilde hareket etmeli, riya ve gösterişten uzak olmalıdır. Bir sufi, dört mertebeyi, yani şeriat, tarikat, marifet ve hakikatı iyice kavramalıdır. Gece kıyamda durmayanın ve gündüz şeyhine hizmet etmeyenin şeyhlik davası gütmesi boşunadır. Derviş, az konuşmalı, heva ve heves peşinde koşmamalı, kazaya razı olmalı, belaya sabretmeli, nimete şükretmelidir. 

Hoca Ahmed Yesevî’nin etkisi, Türkistan’ın hemen her bölgesine gönderdiği halifeleri vasıtasıyla genişbir coğrafyada hissedilmiştir. Kendi tasavvuf anlayışını yaşadığı bölge olan Yesi yakınlarındaki Karacuk Dağı’nda yaşayan Türkmenler başta olmak üzere, yarı göçebe topluluklar arasına sistemli bir şekilde ve dervişâne bir tarzda sokmuş olması bu genişlemeyi daha da kolaylaştırmıştır. Ahmed Yesevî’nin ölümünden yaklaşık iki yüz otuz yıl sonra, 1396 yılında, Timur tarafından, şeyhlerin halk üzerindeki manevî nüfuzundan yararlanmak amacıyla Yesi’de Ahmed Yesevî için hala ihtişamını koruyan bir türbe yaptırılmıştır. 

Ahmed Yesevî, kendisinden sonra Yesevîyye adıyla anılacak olan bir tarikat kurmuştur. Bu tarikat, A. Yaşar Ocak’ın ifade ettiği gibi, yalnızca Allah’ın azab ve gazabından korkmaya dayalı zühdi tasavvufa değil; aynı zamanda ilahî aşka ve cezbeye de dayalı, bu sebeple de geniş bir hoşgörü ve insan sevgisine ağırlık veren, her türlü benlik duygusunu kınayan Horasan Melâmetîyyesi’ne dayanmaktaydı. Seyhun, Taşkent, Harezm, Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’ya yayılan bu tarikat, Türklere mâl edilmişNakşîbendiliğin ortaya çıkışına kadar bu bölgelerde hakim güç olmuştur. Tarikatın bu bölgelerde yayılmasına Ahmed Yesevî’nin halifelerinin katkısı çok büyük olmuştur. Hoca Ahmed Yesevî’nin halifeleri vasıtasıyla yayılan bu tarikat, bölgenin yapısı gereği Şamanist bazı unsurları da bünyesinde taşımaktadır. Rivayete göre, kadın ve erkeklerin bir arada zikir yapmaları bu tarikatta serbesttir. Sığnâkî bu konuyla ilgili olarak şu bilgileri verir: 

“Tekkelerinde kadın erkek birlikte raks ederlerdi. Ansızın Arap yönünden bir cemaat kırk dervişle birlikte geldiler. Halife Ahmed’e, “Kadın erkek, birlikte zikir ve semâ ediyorlar, bu nasıl olur?” diye sordular. Halife Ahmed bir ateşi pamuğa sardı, kutuya koyup ağzını kapattı ve onların eline verdi. onlar kendi memleketlerine döndüler. Mısır’ın bir şehrinde büyük camide, kalabalık bir insan topluluğu içinde açtılar. Gördüler ki, ateş pamuğa zarar vermemiş, hatta tesir etmemiştir. Dediler ki, Hâce Ahmed bize bir işaret verdi, yani, “bizim sohbetimizde kadın erkek böyledir” (beraber olmaları gönüllere zarar vermez) demek istedi. Arap şeyhleri “Halife Ahmed bizim pirimizdir” dediler.”

Hoca Ahmed Yesevî’nin başlıca halifeleri, Hakim Ata (Süleyman Bakırgânî) (öl. 1186), yukarıda sözünü ettiğimiz Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata (öl. 1199) ve Sa’id Ata (öl. 1218)’dır. Bu halifelerin Yesevîliğin Orta Asya’da yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Yine, Türk asıllı olup, irşad için Horasan’a gönderilen Kutbeddin Haydar da onun müridleri arasında gösterilir. Bunların dışında, Hacı Bektaş’ın şeyhi olduğu ifade edilen Lokman Perende’nin ve daha sonraki dönemde Balkanlar’da yaşadığı bilinen Sarı Saltuk’un da onun halifeleri arasında olduğu iddia edilmektedir. 

A. Yaşar Ocak, Hoca Ahmed Yesevî’nin tesirlerini ve Yesevîyye tarikatının yayılma alanını üç bölgeye ayırır. Bu bölgeler, günümüz Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Volga boylarını içine alan Orta Asya sahası, Hindistan sahası ile Anadolu sahasıdır. Melikoff ise, Yesevî’nin, bu bölgelerden ikisinde, yani Orta Asya ve Hindistan sahasında daha çok Nakşî geleneğinin etkisiyle Sünnî bir karaktere, Anadolu ve Rumeli’de ise cemaat dışı (hetérodoxe) bir karaktere büründürüldüğünü ifade ederek, bu geleneğe göre Hacı Bektaş-ı Velî’nin Ahmed Yesevî’nin müridi olduğunu ifade eder.

Orta Asya sahası bizzat Hoca Ahmed Yesevî’nin tesirli olduğu kısımdır. Yukarıda da açıkladığımız gibi bu bölgede yaşamış, misyonunu yaymış ve en ücra köşelere kadar nüfuz etmiştir. Onun bu bölgedeki tesiri, Seyhun ve Harezm bozkırlarında yayılmış, buradan Bulgar sahasına geçmiştir. Sufi Muhammed Danişmend’in eserinde, Ahmed Yesevî kadar Necmüddin Kübrâ’dan da atıf yapması dikkate alındığında, bu bölgede, Yesevîliğin yanı sıra Kübreviliğin de etkili olduğu tahmin edilebilir. Ancak, Ahmed Yesevî’nin bu bölgedeki etkisinin daha ziyade Nakşbendîlik yoluyla olduğu aşikardır. Bu gelenekte, Yesevî, Yusuf Hemedânî’nin halifesi olarak kabul edilmesi sebebiyle, silsilede çok önemli yer tutar. İlerleyen dönemlerde, bu sahada etkisini yitirmeye başlayan Yesevîliğin yerini Nakşîbendiyye ve Kübreviyye almıştır.

Yesevîliğin Hindistan sahasında yayılışı ile ilgili bilgiler sınırlıdır. Yesevîlik Hindistan sahasına Haydarî dervişleri vasıtasıyla girmiştir. Hint tarihi ile uğraşan araştırmacılar Hindistan’daki Türk unsurunu yeterince inceleyememişler bu nedenle de bu tesiri fark edememişlerdir. 

Yesevîyye tarikatının konusu itibarıyla bu çalışmayı en fazla ilgilendiren kısmı Anadolu sahasıdır. Anadolu sahası, Yesevî etkisinin en fazla olduğu ve en uzun sürdüğü bölge olması ve Abdalân-ı Rum’un etki alanı olması hasebiyle önem taşır. Yesevî dervişlerinin Anadolu’ya XIII. Yüzyılın ikinci yarısında, yani, Moğol İstilası sonrasında geldikleri ifade edilmektedir. Uzun Firdevsi, Vilayetnâme’de Yesevî dervişlerinin büyük kalabalıklar halinde Anadolu’ya gelerek, muhtelif yöreleri fethedip buralara yerleştiklerine dair bilgiler vermektedir. Anadolu’ya Yesevî kimliğini temsilen gelen bu Yesevî ve Haydarî dervişleri, Yesevî’nin vefatından sonra geçen yarım yüzyıl zarfında bütün yazılı ve sözlü gelenekleri Anadolu’ya yaymışlardır. Anadolu’ya gelen Yesevî dervişleri bu dönemde Anadolu’da Vefailik ve Haydarîlik tarikatlarına yakınlaştıkları tahmin edilmektedir. Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki varisleri Selçuklu ve Osmanlı siyasî ve kültürel hayatında çok etkili olmuşlardır. 

 

Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.